27 Temmuz 2010 Salı

selam naber?

Günde 4 kere gelen tez'ini bitirdin mi sorularından kelli kendimi araştırmaya verdim. Gördüm ki 25 yaşında dişine tel takılan 7 kişiymişiz memleketimde. Bir kez daha mı tarihe geçtik sadi? (sadinin serüvenler dizisi bir sonraki sayıda) Araştırmam sadece 13 saniye sürdüğü için araştırmamın yönünü en usta olduğum iş 'hasta olmak'a doğru çektim. Hastayken rüyalarımız baştan sona aşırı belirgin ve marc johns çizimleriyle gerçeğe normalden fazla yakınmış gibi geçer. Görünen tablo tabi genelde tüyler ürperticek kadar korkunçtur. Ama mizansen (mizansen tabi ne sandın) ve tablodaki renk dizisi gerçeğe öylesine uygun, sanat bakımından tabloyla öylesine uyuşan ince ve beklenmedik ayrıntılarla öylesine doludur ki, bu rüyayı siz de görseniz cesare pavase de görse uyandığında böyle bir rüyayı sıkıyo olmasının imkanı yoktur. Farkettik ki bu sayko rüyalar uzun süre bilinçte yer ediyor. Zaten bokarmış olan organizmada derin derin izler bırakıyor. Dün rüyamda Raskolnikov'la curling oynuyorduk. Selamı var.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

10 adımda 12 adım

Bir yanım pilates mi plates mi diye düşünürken, diğer taraf adeta bir demet akalın konserinde tebrübe konuşturuyor arkadaş. Diyorum ki woddy allen ile aylak adam arasında ne fark var. Aylaklığımı nikimin munzur olmasıyla karıştırıp en güzel yaz tatilini yaşadığım tespitimde bulunuyorum. Ah be samet her sene aynı cacık ama? Woody allen demişken insan neslinin ikiye kırılmasının hala senaryolaştırılmamasına da şaşırıyorum. Her müthiş insanda bir yakışmamış karakteristik özellik, her tiksindiğimiz insanda da bir bizi çeken güzellik olmasına artık şaşırmıyorum. Graham bellin sağır karısının kulaklarının duyması için çalışırken tesadüfen telefonu bulmasını aşka, öpüşmeyi suni teneffüse benzetiyorum. Komşusunun saygısını yitirmekten korkanlarla klimadan grip oldum diyenlerden kaçıyorum. Oturup radyoyu açıyorum. Mızıka dinlemek istiyorum. Kutuda mızıka çalıcak birini bulamıyorum. Galiba bütün dünya konuşuyor,dans ediyor,operaya gidiyor. Ya da herşey ben olmadığım zaman benim olmadığım yerlerde oluyor.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

her sabah uyananlara

Hadi bugüne de kapiçinoyla başliyim diyip elektriklerin kesik olduğunu farketmem, hiçbir zaman anglosakson bohemine ulaşamayıp ömrümün büyük bir kısmını pendik-kadıköy hattında geçireceğimin kanıtı mıdır acaba sevgili blog. Biraz buharlaşmanın biraz ilahi adaletin etkisiyle hiç kızmadan, en yakın tatil mekanına kilometrelerce uzaklıkta olmanın verdiği bilinçle tam parayı uzattım kaptana. Sebebini bilemeden ağzımdan 'bir kadıköy' yerine 'kaptan bir winston soft' çıkmasıyla anladım ki bloğa bir göz atmanın zamanı gelmiş. Şanslıydım ki cam kenarındaydım. Şanslıydım ki 4 hipsterden oluşan bir doğan bizim minibüsle kapışıyordu. Minibüsin içinde ise ısrarla bir koku sağdan sadece beni sıkıştırıyodu. Ayna anda bu kadar duyguyu yaşamam, minibüsün ayaklarımı yerden kesmesi, ortamda gizli bir flörtmü vardı yoksa. İki kişi karşılaşıp aralarında bir flört başladığı zaman çekim burunda başlarmış. Minibün salgıladığı hormonların kokusu beynime ulaşmadan maurice blachot kafasından şehrimizin haki yeşili çimlerine atıldım. Acaba dedim doğduğumuz yer bir foça,amasra,dalyan olmadığı için mi bir hiddetli, renksiziz, yumuşak olamıyoruz, en basit şeyi karmaşıklaştırıyoruz. İki dakka sonra pek tabii düşünce tutucu hapishanemiz hayata ayak uydurmuş, hapishanenin can sıkıcı saçları insanların arasına karışmıştım. Akılsız bir robottum. Uyuyakaldım.